Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

13 Aralık, 2011

Bir Dilek Tut-v.2

İş hayatı, aile hayatı, sosyal çevre, aşk-meşk, iktidar-muhalefet, Fatmagül-Hürrem derken, gün geçtikçe artan uğraş ve sorumluluklarımızın altında boğulduğumuz şu günlerde kafayı kaldırıp önce kendime sonra çok sayıda insana çok basit bir soru sordum; "Hayattaki En Büyük Hayalin Nedir?"

Bizzat kendimin ve gözlemleyebildiğim kadarıyla yakın çevremdeki pek çok kişinin içinde bulunduğu genel bir memnuniyetsizlik halinin sebebini merak ettim aslında. Yaptığımız herşey özünde kendimiz içinken nasıl olurdu da hepimiz birden hayatlarımızdan bu kadar şikayetçi olabilirdik. İki satır kitap okumaya bile fırsat bulamazken pardon ama mutlu değilsek biz ne yapıyorduk?

Hayattan beklentileri dönem dönem değişkenlik gösteren ben, "en azından özlemini duyduğum ya da başka bir deyişle nefesimde eksikliğini hissettiğim mümkün ya da namümkün “temel” şeyleri tanımlayabiliyorum" derken, şu üç günlük dünyada (ortalama ömrün yaklaşık 73 yıl olduğu ülkemizde) hayallerini emekliliğe endekslemiş ya da bu soruyu daha önce hiç sorgulamamış akranlarıma göre şanslı mıydı acaba?

Top yekun ademoğlu olarak çok sığ bir rutinin içine sıkıştırıldığımız için ve yegane hedefimiz kazandığımız üç kuruşun tüketimini "çocuklarımızla yeriz" diyerek geleceğe öteleme dürtüsü olduğu için ufku daralan beyinlerimizi kısıtlamadan sınırsızca hayal edebilmek, kendilerine bu soruyu yönelttiğim kişilerin hayallerini herhangi bir kısıta bağlı olmaksızın, tamamiyle özgür bırakarak çok önemli olduğunu düşündüğüm bu konuyu irdelemenin yanında biraz da eğlenelim istedim. Mesela bayanlar evli-mutlu-çocuklu odaklarının yanında acaba görünmez olup eşlerinin iş seyahatlerine gitmek isterler mi ya da erkekler tam donanımlı otomobil hayallerine ve hız tutkularına ışınlanmayı eklerler mi acaba diye merak ettim. Gözlemlerimle biraz eğlendim, birazda üzüldüm. 

Normalde sesinin rengine hiç güvenmeyen, konuşurken bile detone olabilen insanların sihirli bir çubuk yardımıyla rock şarkıcısı olmak, kilosuyla ya da iştahıyla başı dertte olanların kilo vermenin sınırsızca yiyerek sağlanabildiği bir bünyeye sahip olmak, özgürlüğüne düşkün bireylerin kuş gibi uçabilmek, hayata doyamayanların ölümsüz olmak gibi hayalleriyle tebessüm ettim. Daha önce hayallerini sorgulamamış arkadaşlarıma ilk defa kendi içlerine dönme şansı verdiğimi gördüğümde, dahası hayallerine çok uzak olduklarını bu minik soruyla farkedip hayatlarıyla ilgili radikal kararlar aldıklarında onlar adına çok mutlu da oldum ama bir “yeniden doğma hayali” var ki beni fazlasıyla düşündürdü doğrusu. Büyük bir pişmanlıkla ya da pişmanlıklarla gelen bir “geçmişi çöpe atma” güdüsü müydü yoksa birikmiş tecrübelerle “daha iyiye ulaşma” güdüsü mü bilemiyorum ama yeniden doğma durumunda, hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağı varsayımım altında ve iyisiyle kötüsüyle ben geçmişimden vazgeçmeyip sadece bu hayatımın kalanını yaşamayı tercih ederim.
Dünya Barışının da ütopik bir hayal olarak cevaplar arasında yer aldığını da ufak bir dip not olarak belirtmek isterim...
“Kuş olup uçmak, at olup koşmak” gibi ne yazık ki ütopik olan bu hayalleri bir kenara bırakırsak, bu soruyu yanıtlayan pek çok insan gibi benim de en büyük reel beklentilerimden biri hayatımı başkalarının beklentilerine ve  kurallarına göre değil de tamamen kendi isteklerim doğrultusunda yaşayabilmektir. Basit gibi görünse de, alt notalarında ne paranın ne pulun ne de sandal ağacının olmadığı bu hayal aslında dünyanın gerçekten en zor işi. İmkanlar dahilinde doğrudan ve sadece kişinin direksiyon hakimiyetiyle alakalı olup, çizgilerin dışına taşmadıkça ve hatalı sollama yapmadıkça insanoğluna en büyük hazzı verecek olan da budur diye düşünüyorum.
Pek çok insanda var olduğunu düşündüğüm genel menuniyetsizlik halinin sebebi ise kendimizi çok yalnız bırakmamız olsa gerek. İşten arta kalan oldukça kısıtlı zamanlara sıkıştırıyoruz en sevdiğimiz şeyleri. Sevgilimizin, eşimizin, çocuğumuzun, annemizin, babamızın kabullenmesini bekliyoruz hayatımızdaki öncelik sırasının üçüncü belki dördüncü belki daha da geri sıralarında oluşlarını. Daha bakışlarına şuur konmamış bebeklerimizin işten eve geldiğimizde çılgın gülücükler atarak bizi karşılamasının, kısıtlı algılarına rağmen bize duydukları özlem duygusunu hissetmenin, gıdısına burnumuzu sokup derin bir nefes almanın bize verdiği hazzı 1-2 saate sıkıştırmaya mecbur hissediyoruz. İş perdesini çiçeği burnunda ilişkilerimizin heyecanını göremeyecek ve hunharca harcayacak kadar indiriyoruz gözlerimizin üstüne. Bir tuvalin, fırçanın, boyanın; şövalenin cebinde hiç kımıldamadan aylarca yıllarca kalıp tozlanması, mürekkebin defterin sayfalarında değil de kalemin içinde kuruması, üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede yüzgeçlerin su görmemesi, yelkenlerin "fora" diyemeyip çatı katını boylaması... Hepsi mecburen; mecburiyetten. Biz mi hayatı yaşıyoruz, hayat mı bizi belli değil.
İmkanların kısıtlı oluşu aşikar ama en azından mevcut imkanlarla en iyiye ulaşabilmek için bir şeyler yapmalı. Memnuniyetsizliklerimizi dile getirmek bizi sonuca götürmüyor. Önceliklerimizi gözden geçirmeli, eksikliklerimizi tanımlamalı ve şikayetlerimize son vermek adına işe bir dilek tutmakla başlamalıyız. Siz hiç sordunuz mu ya da en son ne zaman sordunuz kendinize "Hayattaki en büyük hayaliniz ne?"