Öğrendim ki...
Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız.
Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz,
Gerisini karşı tarafa bırakırsınız.
Öğrendim ki...
Güveni geliştirmek yıllar alıyor,
Yıkmak bir dakika.
Öğrendim ki...
Hayatında nelere sahip olduğun değil
Kiminle olduğun önemli.
Öğrendim ki...
Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün
Ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.
Öğrendim ki...
Kendini en iyilerle kıyaslamak değil
Kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.
Öğrendim ki...
İnsanların başına ne geldiği değil
O durumda ne yaptıkları önemli.
Öğrendim ki...
Ne kadar küçük dilimlersen dilimle
Her işin iki yüzü var.
Öğrendim ki...
Olmak istediğim insan olabilmem
Çok vakit alıyor.
Öğrendim ki...
Karşılık vermek
Düşünmekten çok daha basit.
Öğrendim ki...
Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek
Hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.
Öğrendim ki...
'Bittim' dediğin andan itibaren
Pilinin bitmesine daha çok var.
Öğrendim ki...
Sen tepkilerini kontrol edemezsen
Tepkilerin hayatını kontrol eder.
Öğrendim ki...
Kahraman dediğimiz insanlar
Bir şey yapılması gerektiğinde
Yapılması gerekeni
Şartlar ne olursa olsun yapanlar.
Öğrendim ki...
Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.
Öğrendim ki...
Bazı insanlar sizi çok seviyor
Ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.
Öğrendim ki...
Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz
Bazıları hiç karşılık vermiyor.
Öğrendim ki...
Para ucuz bir başarı.
Öğrendim ki...
En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.
Öğrendim ki...
Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları
Kaldırmak için elini uzatır.
Öğrendim ki...
İki insan aynı şeye bakıp
Tamamen farklı şeyler görebilir.
Öğrendim ki...
Aşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi vardır.
Öğrendim ki...
Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar
Daha uzun yol yürüyor.
Öğrendim ki...
Hiç tanımadığın insanlar,
iki saat içinde,
senin hayatını değiştirir.
Öğrendim ki...
Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatır.
Öğrendim ki...
Duvarda asılı diplomalar
İnsanı insan yapmaya yetmez.
Öğrendim ki...
Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa, anlam yükü o kadar azalır.
Öğrendim ki...
Karşısındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında çizginin
nereden geçtiğini bulmak zor.
Öğrendim ki...
Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez.
Gerçek aşkların da!
Öğrendim ki...
Tecrübenin kaç yaşgünü partisi yaşadığınızla ilgisi yok,
Ne tür deneyimler yaşadığınızla var.
Öğrendim ki...
Aile hep insanın yanında olmuyor.
Akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz.
Aile her zaman biyolojik değil.
Öğrendim ki...
Ne kadar yakın olursa olsunlar
En iyi arkadaşlar da ara sıra üzebilir.
Onları affetmek gerekir.
Öğrendim ki...
Bazen başkalarını affetmek yetmiyor.
Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.
Öğrendim ki...
Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın
Dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.
Öğrendim ki...
Şartlar ve olaylar,
Kim olduğumuzu etkilemiş olabilir.
Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.
Öğrendim ki...
İki kişi münakaşa ediyorsa,
Bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez.
Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.
Öğrendim ki...
Her problem kendi içinde bir fırsat saklar.
Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.
Öğrendim ki...
Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın uzun yıllar sürüyor.
Si Belle
Kağıda kaleme sarılıp yazdığım yazılarımı, gezdiğim gördüğüm ülkeleri, şehirleri, mekanları, filmleri, okuduğum kitapları, bilgisini aldığım iş ilanlarını ve sevdiğim sevmediğim her şey hakkında bilmenizi istediklerimi paylaştığım çok paylaşımcı, dostane ve ehl-i keyif alanım.
Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
22 Ekim, 2016
19 Ekim, 2016
Bir Hayat Daha Olmalı
Belki sen de benim kadar yalnızsındır diye
Dayanamam yeni bir acı hatıraya, bile bile
Anlamlandırabilmek için hayatı, tutundum sana
Ne göreyim kirlenmemiş yer kalmamış aşkta
Unutup olanı biteni yeniden
İçindeki çocuk ağlasa da derinden
İnadına kalbin çekinmeden düşse de aşka
Sonunda sadece kanayan bir aşka
Bir hayat daha olmalı yeniden
Sevmeyi öğrenmeli büyümeden, kirlenmeden
Haykırmalı ne varsa kalan
Yüreğinde cana kilit vuran yasakları dinlemeden
Belki sen de benim kadar yalnızsındır diye
Dayanamam yeni bir acı hatıraya, bile bile
Anlamlandırabilmek için hayatı, tutundum sana
Ne göreyim kirlenmemiş yer kalmamış aşkta
Unutup olanı biteni yeniden
İçindeki çocuk ağlasa da derinden
İnadına, çekinmeden yürek düşse de aşka
Sonunda sadece kanayan bir aşka
Bir hayat daha olmalı yeniden
Sevmeyi öğrenmeli büyümeden, kirlenmeden
Haykırmalı ne varsa kalan
Yüreğinde cana kilit vuran yasakları dinlemeden
Dayanamam yeni bir acı hatıraya, bile bile
Anlamlandırabilmek için hayatı, tutundum sana
Ne göreyim kirlenmemiş yer kalmamış aşkta
Unutup olanı biteni yeniden
İçindeki çocuk ağlasa da derinden
İnadına kalbin çekinmeden düşse de aşka
Sonunda sadece kanayan bir aşka
Bir hayat daha olmalı yeniden
Sevmeyi öğrenmeli büyümeden, kirlenmeden
Haykırmalı ne varsa kalan
Yüreğinde cana kilit vuran yasakları dinlemeden
Belki sen de benim kadar yalnızsındır diye
Dayanamam yeni bir acı hatıraya, bile bile
Anlamlandırabilmek için hayatı, tutundum sana
Ne göreyim kirlenmemiş yer kalmamış aşkta
Unutup olanı biteni yeniden
İçindeki çocuk ağlasa da derinden
İnadına, çekinmeden yürek düşse de aşka
Sonunda sadece kanayan bir aşka
Bir hayat daha olmalı yeniden
Sevmeyi öğrenmeli büyümeden, kirlenmeden
Haykırmalı ne varsa kalan
Yüreğinde cana kilit vuran yasakları dinlemeden
01 Aralık, 2013
Bir Varmış Bir Yokmuş
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde isimleri Aşk ve Cinsellik olan bir çift varmış. Birliktelikleri hastalıkta ve sağlıkta olmak üzere sonsuzluğuna inanılarak edilen bir yeminle perçinlenen bu ikili birbirinden hiç kopmazmış. Modern zamanda ve modernliğin yanlış anlaşıldığı evlerde Cinselliğin sesi Aşk'tan daha fazla çıkar olmuş ve Aşk sesini duyuramaz, Cinsellik'le uzlaşamaz, daha da kötüsü yarışamaz hale gelmiş. Cinsellik bağırdıkça Aşk; Bir Varmış Bir Yokmuş...
...
2000' li yılların özellikle Türk nesli için bir geçiş dönemi olduğunu düşünüyorum. Cinselliğin geçmiş yıllara kıyasla daha kolay yaşanmaya başlandığı bu dönemde erkeklerin her çiçekten bal alma hayalleri geçmişte hiç olmadığı kadar mümkün bir hale geldi. Bu da Aşk'ın kısmen de olsa hükmünü yitirmeye başlamasına neden oldu.
Henüz anne karnındayken, 8. haftada başlayan devasa bir testesteron seliyle beyinlerindeki cinsellik hücreleri hızla artan erkeklerin doğasında yaratılıştan gelen bir beğenilme arzusu ve her güzel kadına sahip olma güdüsü vardır. Hedeflerindeki kadının ilgisini çekebilmek egoları için müthiş bir zaferdir ve bu flört oyunu onların hiç sıkılmadıkları, asla da sıkılmayacakları bir oyundur. Zira 70-80 yaşına gelmiş, çoluk çocuk, torun tombalağa karışmış olduğu halde güzel bir bayan karşısında yüzünde güller açan büyüklerimizin varlığı hanginizi şaşırtır?
Erkeklerin bu tutumları çok normaldir. Bilimin bile 8. haftada başlıyor dediği bu durum için hiç kimse erkekleri suçlayamaz. Sorun, erkeklerin bu çok sevdikleri oyunu beyinlerindeki "bağlılık" ve "evlilik" hücrelerini öldürecek kadar çok oynamaya başlamış olmalarıdır. Tek eşliliği kesin bir kararlılıkla reddeden erkekleri hariç tutarsak; özünde hala evliliğe kendini yakın hisseden kesim bu oyunu biraz daha oynamakla, artık buna bir son verip kendi ailelerini kurmak arasında sıkışıp kalmış durumdadırlar. Bir tarafta gururlarını okşayan bir çeşitlilik, öte yanda adına düzen dedikleri treni kaçırma ve sonunda yalnız kalma korkusu vardır.
Beğenilme arzusu sadece erkeğin değil kadının da doğasında vardır ve baki kalacaktır. Ancak, erkeklerin Aşk karşısında durup düşünebilmeleri için bile harekete geçme güdülerine dur diyecek olgunluğa erişmeleri gerekmektedir. "Yeryüzünde çok sayıda güzel kadın var ancak ben bir tanesine sahip ve ait olacağım" diyebildikleri noktada Aşk'ın sesini duyabilirler ancak. İşte o zaman kadınların içini sızlatan güzel duyguları yerlerini bulacaktır. Aslında Aşk erkekler için de büyük bir özlemdir, içten içe sıkılırlar yaşantılarından. Burada kadınlara düşen görevse bıkmadan usanmadan sevmeye devam etmektir. Her insanı en iyi kendi duyguları yönlendirir. Duygularınız size sevdiğinizi söylüyorsa asla vazgeçmeyin. Erkeklerin beynindeki gürültüyü tek bir ses ele geçirip susturabilir o da vazgeçmeden sevmek ve gururunuzu ayaklar altına almadan sevginizi göstermektir. İşte o zaman "Aşk Hep Varolacaktır"...
...
2000' li yılların özellikle Türk nesli için bir geçiş dönemi olduğunu düşünüyorum. Cinselliğin geçmiş yıllara kıyasla daha kolay yaşanmaya başlandığı bu dönemde erkeklerin her çiçekten bal alma hayalleri geçmişte hiç olmadığı kadar mümkün bir hale geldi. Bu da Aşk'ın kısmen de olsa hükmünü yitirmeye başlamasına neden oldu.
Henüz anne karnındayken, 8. haftada başlayan devasa bir testesteron seliyle beyinlerindeki cinsellik hücreleri hızla artan erkeklerin doğasında yaratılıştan gelen bir beğenilme arzusu ve her güzel kadına sahip olma güdüsü vardır. Hedeflerindeki kadının ilgisini çekebilmek egoları için müthiş bir zaferdir ve bu flört oyunu onların hiç sıkılmadıkları, asla da sıkılmayacakları bir oyundur. Zira 70-80 yaşına gelmiş, çoluk çocuk, torun tombalağa karışmış olduğu halde güzel bir bayan karşısında yüzünde güller açan büyüklerimizin varlığı hanginizi şaşırtır?
Erkeklerin bu tutumları çok normaldir. Bilimin bile 8. haftada başlıyor dediği bu durum için hiç kimse erkekleri suçlayamaz. Sorun, erkeklerin bu çok sevdikleri oyunu beyinlerindeki "bağlılık" ve "evlilik" hücrelerini öldürecek kadar çok oynamaya başlamış olmalarıdır. Tek eşliliği kesin bir kararlılıkla reddeden erkekleri hariç tutarsak; özünde hala evliliğe kendini yakın hisseden kesim bu oyunu biraz daha oynamakla, artık buna bir son verip kendi ailelerini kurmak arasında sıkışıp kalmış durumdadırlar. Bir tarafta gururlarını okşayan bir çeşitlilik, öte yanda adına düzen dedikleri treni kaçırma ve sonunda yalnız kalma korkusu vardır.
Beğenilme arzusu sadece erkeğin değil kadının da doğasında vardır ve baki kalacaktır. Ancak, erkeklerin Aşk karşısında durup düşünebilmeleri için bile harekete geçme güdülerine dur diyecek olgunluğa erişmeleri gerekmektedir. "Yeryüzünde çok sayıda güzel kadın var ancak ben bir tanesine sahip ve ait olacağım" diyebildikleri noktada Aşk'ın sesini duyabilirler ancak. İşte o zaman kadınların içini sızlatan güzel duyguları yerlerini bulacaktır. Aslında Aşk erkekler için de büyük bir özlemdir, içten içe sıkılırlar yaşantılarından. Burada kadınlara düşen görevse bıkmadan usanmadan sevmeye devam etmektir. Her insanı en iyi kendi duyguları yönlendirir. Duygularınız size sevdiğinizi söylüyorsa asla vazgeçmeyin. Erkeklerin beynindeki gürültüyü tek bir ses ele geçirip susturabilir o da vazgeçmeden sevmek ve gururunuzu ayaklar altına almadan sevginizi göstermektir. İşte o zaman "Aşk Hep Varolacaktır"...
28 Kasım, 2013
Korku ve Değişim
Değişim zordur. Bazen hayat ısrarla değişime zorlar bizi, köşeye sıkıştırır da değişim yolunda adım atmaktansa mutsuz, umutsuz rutinimizi korumayı tercih ederiz. Çaresizlik duygusunu yaşamak dahi daha kolay gelir.
Bazen diyorum şöyle güçlü bir enerji gelse, tam gaz motive olsam ve yapmak istediklerimi bir bir yapmaya başlasam. Laf aramızda yıllardır bekliyorum bu enerjiyi. Arada bir varlığını hissettirse de hala hayallerle yaşama aşamasını geçemedim.
Küçüklüğümden bu yana bir cafe işletmek istedim mesela. Zamanla bu fikrim evrim geçirdi tabi. Ev yemekleri de yaptım, simitçi de oldum, pastacı da. Kreş de açtım, butik de; rüyamda. Kısacası daha ticari yaklaştım ve daha çok kazanç sağlayabilecek işlere odaklandım. Hamam bile düşündüm. Onlarca iş planım var arşivimde. Akıl başa geldikçe keyif alarak yapabileceğim işlere yönelmeye başladım. Tellak olmaktan söz etmiyorum ama üretime/operasyona fikirlerimle bile olsa değer katabileceğim bir işle uğraşmayı daha doğru buldum. Kısacası bende henüz aktive olamamış bir girişimci ruhu var ve ben hep aktive olsun istedim.
En son yazar olmayı kafaya koyduğumda, okurlarıma mesajları en doğru şekilde aktardığımdan emin olmak adına profesyonel bir ekipten Profesyonel Koçluk Eğitimi almaya başladım. Hayatımda aldığım en doğru ikinci karardı. İlki bende kalsın! Aslında Koç'luk terimini de çok iyi bilmiyormuşum. Ben evrensel geçerliliği olan ya da genel kabul görmüş doğruları öğreneceğimi sanıyordum. Oysa onlar bana bir ayna tuttular, bana beni gösterdiler ve herkesin doğrusunun kendi mutluluğuna giden yol olduğunu öğrettiler. Bizi mutlu olmaktan ve istediklerimizi yapmaktan alıkoyan faktörün rutine olan bağlılığımız ve değişime olan direncimiz olduğunu anlattılar. Bu yüzden bir çok konuda karar alamıyoruz, harekete geçemiyoruz, sonra da kuvvetle muhtemel koyveriyoruz. Bir nehirdeyiz, akıntı bizi kafasına göre bir yerlere götürüyor. Güzergahtan memnun değiliz (ya da yeterince memnun değiliz) ama kulaç atıp yön değiştirmek de zor geliyor. Ne kadar kolay ama bir o kadar da zor bir öğreti! Zorluğu mevcut koşulları kaybetme korkusundan ileri geliyor. Bildiğim terimler değişmeye başladı. O yıllardır beklediğim enerjinin aslında tam olarak "ben" olduğumu farkettim. Enerjinin aktive olmaması ise henüz gerçekten istememiş ya da o işi yapmak için yeterli donanıma erişmemiş olmamdan kaynaklanıyor.
Kulağa sıradan geliyor olabilir. Çünkü insanoğlu rasyonel bir varlıktır. Zaten kendi mutluluğunu optimize etmek için uğraşır. Ama farkında olmadığımız şey hepimizin gözünde, kalbinde ya da aklında bir perde olduğudur. Bu perdeye istediğiniz başka isimler de verebilirsiniz; mantık, akılcılık, rasyonellik, imkansızlık, yetersizlik, şanssızlık... Koç'lar da "Sabotajcı" demişler! Kafanızı kaldırıp düşünmeye başladığınız anlarda her zaman başarılı olamasa bile genelde sizi aşağı çeken, harekete geçmekten alıkoyan sabotajcı. Eminim ki hepimizin herhangi bir konuda çok isteyip vazgeçtiği bir şeyler mutlaka vardır. İçinizdeki sabotajcının sizi yapmaktan alıkoyduğu bir şeyler... Soruyorum; "Korkmasaydınız ne yapardınız?". İşte güç orada!
Peki ben şimdi ne mi yapıyorum? Elimdeki aynayı kendimden başka insanlara doğru çevirebilmeyi öğrenmek için uğraşıyorum, elimdeki gücün tadını çıkarıyorum ve kitabımın ÖNSÖZ'ünü yazıyorum.
Bazen diyorum şöyle güçlü bir enerji gelse, tam gaz motive olsam ve yapmak istediklerimi bir bir yapmaya başlasam. Laf aramızda yıllardır bekliyorum bu enerjiyi. Arada bir varlığını hissettirse de hala hayallerle yaşama aşamasını geçemedim.
Küçüklüğümden bu yana bir cafe işletmek istedim mesela. Zamanla bu fikrim evrim geçirdi tabi. Ev yemekleri de yaptım, simitçi de oldum, pastacı da. Kreş de açtım, butik de; rüyamda. Kısacası daha ticari yaklaştım ve daha çok kazanç sağlayabilecek işlere odaklandım. Hamam bile düşündüm. Onlarca iş planım var arşivimde. Akıl başa geldikçe keyif alarak yapabileceğim işlere yönelmeye başladım. Tellak olmaktan söz etmiyorum ama üretime/operasyona fikirlerimle bile olsa değer katabileceğim bir işle uğraşmayı daha doğru buldum. Kısacası bende henüz aktive olamamış bir girişimci ruhu var ve ben hep aktive olsun istedim.
En son yazar olmayı kafaya koyduğumda, okurlarıma mesajları en doğru şekilde aktardığımdan emin olmak adına profesyonel bir ekipten Profesyonel Koçluk Eğitimi almaya başladım. Hayatımda aldığım en doğru ikinci karardı. İlki bende kalsın! Aslında Koç'luk terimini de çok iyi bilmiyormuşum. Ben evrensel geçerliliği olan ya da genel kabul görmüş doğruları öğreneceğimi sanıyordum. Oysa onlar bana bir ayna tuttular, bana beni gösterdiler ve herkesin doğrusunun kendi mutluluğuna giden yol olduğunu öğrettiler. Bizi mutlu olmaktan ve istediklerimizi yapmaktan alıkoyan faktörün rutine olan bağlılığımız ve değişime olan direncimiz olduğunu anlattılar. Bu yüzden bir çok konuda karar alamıyoruz, harekete geçemiyoruz, sonra da kuvvetle muhtemel koyveriyoruz. Bir nehirdeyiz, akıntı bizi kafasına göre bir yerlere götürüyor. Güzergahtan memnun değiliz (ya da yeterince memnun değiliz) ama kulaç atıp yön değiştirmek de zor geliyor. Ne kadar kolay ama bir o kadar da zor bir öğreti! Zorluğu mevcut koşulları kaybetme korkusundan ileri geliyor. Bildiğim terimler değişmeye başladı. O yıllardır beklediğim enerjinin aslında tam olarak "ben" olduğumu farkettim. Enerjinin aktive olmaması ise henüz gerçekten istememiş ya da o işi yapmak için yeterli donanıma erişmemiş olmamdan kaynaklanıyor.
Kulağa sıradan geliyor olabilir. Çünkü insanoğlu rasyonel bir varlıktır. Zaten kendi mutluluğunu optimize etmek için uğraşır. Ama farkında olmadığımız şey hepimizin gözünde, kalbinde ya da aklında bir perde olduğudur. Bu perdeye istediğiniz başka isimler de verebilirsiniz; mantık, akılcılık, rasyonellik, imkansızlık, yetersizlik, şanssızlık... Koç'lar da "Sabotajcı" demişler! Kafanızı kaldırıp düşünmeye başladığınız anlarda her zaman başarılı olamasa bile genelde sizi aşağı çeken, harekete geçmekten alıkoyan sabotajcı. Eminim ki hepimizin herhangi bir konuda çok isteyip vazgeçtiği bir şeyler mutlaka vardır. İçinizdeki sabotajcının sizi yapmaktan alıkoyduğu bir şeyler... Soruyorum; "Korkmasaydınız ne yapardınız?". İşte güç orada!
Peki ben şimdi ne mi yapıyorum? Elimdeki aynayı kendimden başka insanlara doğru çevirebilmeyi öğrenmek için uğraşıyorum, elimdeki gücün tadını çıkarıyorum ve kitabımın ÖNSÖZ'ünü yazıyorum.
06 Mayıs, 2012
Derinliği Olan İnsanlar
Bir kez daha çok net bir şekilde anladım; ben derinliği olan insanları çok seviyorum, daha bir yakın hissediyorum kendime. Paylaşımlar daha anlamlı oluyor bu tarz insanlarla çünkü. Bir başka bakıyorlar sanki her şeye; dolu dolu. Hani içtiğiniz bir kahve, "kahve" olmaktan öteye geçip 40 yıllık hatırı oluyor işte. Biliyorlar ki o kahvenin pişmesi ve pişerken taşmaması için sabırla bekledik ocağın başında. Onlar için... Ve unutmuyorlar. Haliyle her anınız kıymetli birer hatıraya, her hatıra ilişkiyi güçlendiren bir bağa dönüşüyor.
Bu paylaşımları derinleştiren yaklaşımları ya da bakış açıları kıymet bilme ve değer vermenin beraberinde farklı duyguları da yüklüyor onlara. Benim için olmazsa olmaz duyguları...
Bir çocuğu şefkatle severken görebilirsiniz onları mesela. Ufak ve sevimli olduklarından değil sadece; çocukların masumiyetleri çok kıymetlidir onlar için. Ayrıca savunmasızlıklarını ve yetişkinlere muhtaç olduklarını bilirler, bu da koruyup kollama, sahip çıkma güdülerini ortaya çıkarır. Yemeğin en güzel yerinde sırnaşan kediye tekme tokat girişen sevdiklerim de var esasında ama şöyle etin güzel yerinden paylaşanları bir farklı benim için. Kedinin otlakçı usulü beslenmek zorunda olduğunu bilip merhamet ederler çünkü. Kedinin kılını tüyünü düşünmeye sıra gelmez. İnsanlara yardım etmeyi çok severler, hatta bununla mutlu olurlar. Dilenmek kavramına karşı olsalar dahi, söylene söylene de olsa dilencilere dayanamayıp para verirken, kendinden daha zor durumda olan insanlar için üzülüp onlara yardım ederken yüzlerindeki mutlulukla ele verirler kendilerini. Biraz anne biraz baba gibi. Gamsızlıktan ve bencillikten uzak, sevgi dolu, sorumlu, güvenilir, dahası nefes alan insanlar...
Etraflarına karşı duygusal hassasiyetleri ve duyarlılıkları onları biraz kırılgan yapsa da samimiyetinize inanmaları kaydıyla gönüllerini almak da kolay.
Aslında şu meşhur "İnce Ruhlu" insanlarda biraz duyguları derinleştiren insanlardan çıkıyor sanırım...
Çevremde böyle insanların sayısı arttıkça güven aralığımın genişlediğini hissediyorum. Onları tanımayı, tanıdıkça daha çok sevmeyi seviyorum...Şanslıyım; hala böyle insanlarla karşılaşıyorum.
26 Nisan, 2012
Spor Yapmak ya da Yapmamak; İşte Bütün Mesele Bu
Candan Erçetin, çok sevdiğim ve hemen her bahar hatırladığım
bir şarkısında “Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum, yoksa böyle olduğumda mı
gelir bahar” diye sorar kendisine. Şarkıyı dinlerseniz, devamından da
anlayacağınız üzere o da diğer pek çok insan gibi bahar aylarıyla birlikte
ortaya çıkan ‘kelebeklerin’ etkisiyle sorgular bunu. Bense dolabımın yazlık
köşesindeki kıyafetlerimi çıkartıp, hiçbirinin içine sığamadığım zamanlarda…
Yaz aylarına adaptasyon sürecindeki motivasyonum normal
insanlardan biraz farklı oluyor. Ben her baharı, yazın gönül rahatlığıyla
havuza-denize girebilme telaşıyla kilo vermem gerektiğini düşünerek ve spor
yapmayı alışkanlık haline getirmem gerektiğine tekrar tekrar inanarak
geçiririm. Güneş biraz ısıtmaya, kıyafetler hafiften incelmeye başladığında
yaptığım ilk şey yılın ortalama iki bilmediniz üç ayı kullandığım spor
salonlarına bu kez bütün bir yıl düzenli bir şekilde spor yapmak ümidiyle üye
olmak olur. Spor salonlarının en sevilen üye modeliyimdir anlayacağınız; para
verip gel(e)meyenlerden. Bu döngü ben kendimi bildim bileli vardır ve ne yazık
ki boşa saçtığım paraların yanında her yıl yaşadığım kilo verme stresi de
yanıma kar kalır. Bir de işin sağlık boyutu var ki gün geçtikçe, akıl başa
geldikçe daha da ön plana çıkıyor.
Güleyim mi ağlayayım mı bilemiyorum ama benim hala umudum
var. Hala daha günün birinde bir dönüm noktasına geleceğime ve biraz özveriyle
sporu hayatımın bir parçası olarak benimseyip kış aylarıma entegre edeceğime
inanıyorum. Ancak belirli bir yaştan sonra alışkanlıkları değiştirmenin ya da
ne kadar istesek de yeni alışkanlıklar kazanmanın zorluğu aşikâr; sahip
olduğumuz hobilerimizi bile yitiriyoruz zamanla. İşte bu nedenlerle; sağlıklı
ve fit olmak adına her bahar kendimizle cebelleşmemek için ve hayatın diğer
beklentileri karşısında kolaylıkla vazgeçip arka plana atmamak için spor
alışkanlığının çocuk yaşta kazanılması gerektiğine inananlardanım.
Bu noktada ailelere çok iş düşüyor. Çünkü küçük yaşta
çocuğun eğiliminin; hangi spora yatkın olduğunun ya da hangi sporu severek
yapacağının gözlemlenmesi, bir de hevesinin kırılmasına izin vermeden uzun
yıllar bu sporla uğraşması için uygun zeminin hazırlanması gerekiyor. Uygun
zeminden kastettiğim herkesin kendi maddi imkânları çerçevesinde biraz
fedakârlık ve biraz da sabır. Bu arada kendi tecrübelerime dayanarak naçizane
bir tavsiyede bulunmak isterim; çocuğun hangi sporu severek yapacağı konusunda
kendini bulmasını beklerken daldan dala konmasına uzun yıllar izin vermemek
gerekiyor. Tutkuyla bir spor dalına bağlanmıyorsa, içlerinde en keyif aldığını
daha fazla sevmesi için sabırla işlemek daha doğru bir yol olabilir diye
düşünüyorum. Aksi takdirde ortaya benim gibi her spor dalından biraz anlayan
ancak hiçbirini çok iyi yapamayan modeller ortaya çıkabilir.
Yakın çevremden de gözlemleyebildiğim kadarıyla artık
aileler bu konuda da oldukça bilinçli, haliyle yeni nesil çocuklar ise bir o
kadar şanslı. Hemen her aile, imkanlar dahilinde çocuğunun bir sporla
ilgilenmesi konusunda son derece istekli görünüyor. Çocukların sporla olan
ilişkilerinin artmasında, eğitim sisteminin de gelişiyor olmasının katkısı
olabilir elbette, zira okullarda spor dersleri serbest zaman gibi görülmüyor
artık. Eskiye kıyasla okullarda daha fazla alternatif sunulmakla beraber,
derslerde daha çok ciddiye alınıyor. Ancak sebebi ne olursa olsun minik
sporcuların, en azından sporla uğraşan miniklerin sayısının arttığını büyük bir
memnuniyetle gözlemleyebiliyorum.
Her şey bir yana, ilerleyen yaşlarda, işle ev arasında gidip
gelen hayatlarımıza renk katabilmek adına sosyal bir hobi olarak da bu tarz
alışkanlıkların kazanılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Millet olarak çok
fazla zaman ayırmıyoruz ne yazık ki ama umarım önümüzdeki yıllarda; daha
bilinçli gelen yeni nesille birlikte sporun hayatımızdaki yeri daha da artar.
Güzel bir hafta sonu etkinliğinde tenis raketlerine
aşinalıkları ve korta hâkimiyetleriyle beni büyüleyen (fotoğraflarda
görebileceğiniz) minik kahramanlarım Ecem ve Ege’nin uzun yıllar bu sporun
peşini bırakmamaları ve ailelerinin bu konudaki özverilerini hiç yitirmemeleri
dileğiyle…
23 Mart, 2012
Ankara mı İstanbul mu?_Gurme Nisan 2012
Fenerbahçe ile Galatasaray
taraftarlarının arasındaki gibi ezeli bir çekişme vardır bu iki şehrin
sakinleri arasında. Ölümüne sever iki tarafta şehirlerini. Biri, herhangi bir
konuda içten içe üstünlüğünü kabul edecek gibi olsa diğerinin, asla renk vermez
karşı tarafa. Kendine itiraf etmeyi bile yediremez. Saçma buluyorum esasında bu
bitmek tükenmek bilmeyen karşılaştırmayı. (Hoş zaten sıkı bir Fener’li olarak
Galatasaray’lıları da hiç anlamam ama neyse). Sonuçta “sarışının adı, esmerin
tadı” gibi bir şey. İki farklı renk, iki farklı tat. Haliyle zevkleri
birbirinden 180 derece farklı iki taraftar kitlesi ortaya çıkıyor. Bir taraf
boğazıyla, gezilecek görülecek yerleri, gidilebilecek mekanlarının
çeşitliliğiyle övünürken, diğer taraf huzuru, güvenliği ve trafikte dahil daha
pek çok konuda düzenli oluşuyla öne çıkmaya çalışıyor.
Üniversitede okurken bir
hocam “Dikkat edin, büyük düşünürlerin hemen hepsi denizi olan şehirlerden
çıkmıştır” demişti. Ne güzel anlatmış aslında kıyıya vuran bir dalga sesinin düşünmeye
nasıl da elverişli bir ortam hazırladığını. Biz küçük düşünürlerin de her canı
sıkıldığında kendini sahilde bulmasının sebebi bu değil midir? Özgürce
düşünmek, suyun derinliğine dalıp kendi içimize dönmek, bir de üstüne en derininden
bir nefes temiz hava çekmek için. Bazen derin bir sessizlikle, bazen de
yüzümüzde aptal bir gülümsemeyle gideriz karşısına da hüznümüzü de sevincimizi
de en iyi şekilde paylaşır deniz. İşte İstanbul’un en güzel yanı budur bence. Boğazın
ışıltısı, çeşit çeşit mekanları, 7/24 dinamizmi, büyüklüğü ve kozmopolitliği de
İstanbul’u denizi olan büyük/küçük diğer şehirlerimizden ayıran özelliğidir.
Burada kritik olan nokta içinde
barındırdığı onca keşmekeşe yenik düşmeyip İstanbul’u yaşayabilmektir. Işık hızıyla
akan zamana, bitmek tükenmek bilmeyen sorumluluklarınızı sığdırıp kendinize bir
alan yaratmanız ve bir de mümkünse trafik çilesine karşı kendinizi telkin
etmeniz gerekiyor ki İstanbul’un sunduğu güzellikleri yaşayabilesiniz. Beş
dakikalık mesafeleri yarım saatte, bazen bir saatte kat edecek olmayı, hafta
içleri sosyalleşemeyecek kadar yorgun eve gelmeyi, alınan nefese bile para
vermeyi göze almak gerekiyor. Hep enerjik olmak gerekiyor; yorgunluğa yer yok.
Üşenmeye başladığınız anda boğazı televizyondan izleyin daha iyi; İstanbul’da
yaşamak zulme dönüşür.
Ankara… Benim de Ankara’m.
Üniversite yıllarımdan başlayıp iki ay öncesine kadar 11 güzel yılımı
geçirdiğim şehir. Kazandığım dostluklarımdan ve anılarımdan sıyrılıp objektif
bir yorum yapmam gerekirse kısaca çantanızı çapraz takmanıza gerek olmayan bir
şehirdir diyebilirim. Potansiyel gaspçılarla dolu değildir etraf ya da durduk
yere park halinde arabanıza zarar vermez hiç kimse. Mesaiye beş dakika kala
evden çıkıp işe yetişme olasılığını barındıran bir şehirdir. Tamam, binlerce
mekan yoktur belki ve de gece hayatı İstanbul kadar canlı değildir ama orada da
komşuculuk ve beraberinde getirdiği samimi paylaşımlar yaygındır. Aslında
AVM’ler geç vakitlere kadar açık olsa, bu sorun da çözülecek.
Trafik konusunda eskisi
kadar iyimser yaklaşamayacağım. Zira gün geçtikçe Ankara’nın trafiği de en az
İstanbul kadar çekilmez olmaya başladı. En uzak iki nokta arasındaki mesafe
İstanbul’a görece daha kısa olduğu için genelde daha az zaman talep eder Ankara
içi yolculuklar. Ancak son yıllarda, özellikle mesai başlangıç ve bitişlerinde
Ankara gerçekten İstanbul’u aratmıyor.
Hem Ankara’da hem de
İstanbul’da yaşamış biri olarak şunları söyleyebilirim; Ankara avucunuzun içi
gibi bildiğiniz güven ortamınız, İstanbul ise sağı solu belli olmayan,
sürprizlerle dolu heyecanınız. İkisinin de kendine özgü üstünlükleri var, bu
nedenledir ki bir “üstünlük” tartışması yapmak anlamsız, bu tamamen tercih
meselesi. Kimisi elma sever, kimisi armut…
Etiketler:
Ankara,
Ankara mı İstanbul mu?,
Ankara vs İstanbul,
Fenerbahçe Galatasaray,
gurme,
Gurme Nisan 2012,
İstanbul,
Karşılaştırma,
Sibel Polat,
Sibel Polat Gurme
07 Mart, 2012
Şeker Hamurlu Kurabiye
2 Su Bardağı Un
2 Çay Bardağı Buğday Nişastası
1 Su Bardağı Pudra Şekeri
140 gr. Tereyağı (Tuzsuz ve Oda Sıcaklığında)
2 Yumurta (Oda Sıcaklığında)
Yarım Çay Kaşığı Karbonat
2 Çay Kaşığı Tarçın (Tercih etmeyenler için zorunlu değil).
Dilediğiniz renklerde Şeker hamuru.
Fırın 180 Derecede Isınacak
Büyük bir hamur yoğurma kabına tereyağını küp küp kesip ortasına yerleştirin.
Etrafına unu, şekeri, karbonat ve tarçını ekleyerek ilave edin.
Üzerine yumurtaları kırın ve etrafından ortaya alarak yoğurun.
Hamuru kıvama getirmek için ara ara nişasta ekleyin. (Nişastanın tamamı bir anda eklenmez).
Kulak memesi kıvamında olunca nişasta eklemeyi bırakın.
Tezgaha buğday nişastası serpin.
Merdane yardımıyla yaklaşık 1 cm inceliğinde açın. (Tercihe göre daha ince ya da daha kalın yapabilirsiniz).
Kalıplarla hamuru kesin ve tepsiye dizin.
180 Derecede hafif pembeleşinceye kadar pişirin.
Kurabiyeler soğurken şeker hamurunu olabildiğince ince açın. (Şeker hamurlarının önce elde yoğurularak biraz yumuşatılması gerekir. Yumuşattıktan sonra normal hamuru açar gibi merdane yardımıyla açın). Kurabiyelerinizi kestiğiniz kalıpla şeker hamurunu da kesin. Soğuyan kurabiyelerinizin üstüne bir fırça yardımıyla bal sürün ve kalıpla kestiğiniz şeker hamurlarını kurabiyenin üzerine yapıştırın. Şeker hamurlarının da üzerine şeker kalemleri ya da gıda kalemleriyle süsleyebilirsiniz. Eğer şeker hamurunun üstüne pasta süsü eklemek istiyorsanız, hamurun üzerine de bal sürerek pasta süsünün yapışmasını sağlayabilirsiniz. Özel bir amaçla hazırlıyorsanız, her bir kurabiyeyi kurabiye poşetlerine koyup organze ya da saten fiyonklarla bağlayabilirsiniz.
Afiyet Olsun.
03 Mart, 2012
Gurme Mart 2012
Gurme Mart 2012_1 Günde Milano yazım içinhttp://www.dijimecmua.com/
29 Şubat, 2012
Dragons' Den_Gamze Cizreli Özel Programı_Sibel Polat_Röportajım
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)