Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

06 Mayıs, 2012

Derinliği Olan İnsanlar

Bir kez daha çok net bir şekilde anladım; ben derinliği olan insanları çok seviyorum, daha bir yakın hissediyorum kendime. Paylaşımlar daha anlamlı oluyor bu tarz insanlarla çünkü. Bir başka bakıyorlar sanki her şeye; dolu dolu. Hani içtiğiniz bir kahve, "kahve" olmaktan öteye geçip 40 yıllık hatırı oluyor işte. Biliyorlar ki o kahvenin pişmesi ve pişerken taşmaması için sabırla bekledik ocağın başında. Onlar için... Ve unutmuyorlar. Haliyle her anınız kıymetli birer hatıraya, her hatıra ilişkiyi güçlendiren bir bağa dönüşüyor.

Bu paylaşımları derinleştiren yaklaşımları ya da bakış açıları kıymet bilme ve değer vermenin beraberinde farklı duyguları da yüklüyor onlara. Benim için olmazsa olmaz duyguları...

Bir çocuğu şefkatle severken görebilirsiniz onları mesela. Ufak ve sevimli olduklarından değil sadece; çocukların masumiyetleri çok kıymetlidir onlar için. Ayrıca savunmasızlıklarını ve yetişkinlere muhtaç olduklarını bilirler, bu da koruyup kollama, sahip çıkma güdülerini ortaya çıkarır. Yemeğin en güzel yerinde sırnaşan kediye tekme tokat girişen sevdiklerim de var esasında ama şöyle etin güzel yerinden paylaşanları bir farklı benim için. Kedinin otlakçı usulü beslenmek zorunda olduğunu bilip merhamet ederler çünkü. Kedinin kılını tüyünü düşünmeye sıra gelmez. İnsanlara yardım etmeyi çok severler, hatta bununla mutlu olurlar. Dilenmek kavramına karşı olsalar dahi, söylene söylene de olsa dilencilere dayanamayıp para verirken, kendinden daha zor durumda olan insanlar için üzülüp onlara yardım ederken yüzlerindeki mutlulukla ele verirler kendilerini. Biraz anne biraz baba gibi. Gamsızlıktan ve bencillikten uzak, sevgi dolu, sorumlu, güvenilir, dahası nefes alan insanlar...

Etraflarına karşı duygusal hassasiyetleri ve duyarlılıkları onları biraz kırılgan yapsa da samimiyetinize inanmaları kaydıyla  gönüllerini almak da kolay.

Aslında şu meşhur "İnce Ruhlu" insanlarda biraz duyguları derinleştiren insanlardan çıkıyor sanırım...

Çevremde böyle insanların sayısı arttıkça güven aralığımın genişlediğini hissediyorum. Onları tanımayı, tanıdıkça daha çok sevmeyi seviyorum...Şanslıyım; hala böyle insanlarla karşılaşıyorum.


26 Nisan, 2012

Spor Yapmak ya da Yapmamak; İşte Bütün Mesele Bu

Candan Erçetin, çok sevdiğim ve hemen her bahar hatırladığım bir şarkısında “Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum, yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar” diye sorar kendisine. Şarkıyı dinlerseniz, devamından da anlayacağınız üzere o da diğer pek çok insan gibi bahar aylarıyla birlikte ortaya çıkan ‘kelebeklerin’ etkisiyle sorgular bunu. Bense dolabımın yazlık köşesindeki kıyafetlerimi çıkartıp, hiçbirinin içine sığamadığım zamanlarda…
Yaz aylarına adaptasyon sürecindeki motivasyonum normal insanlardan biraz farklı oluyor. Ben her baharı, yazın gönül rahatlığıyla havuza-denize girebilme telaşıyla kilo vermem gerektiğini düşünerek ve spor yapmayı alışkanlık haline getirmem gerektiğine tekrar tekrar inanarak geçiririm. Güneş biraz ısıtmaya, kıyafetler hafiften incelmeye başladığında yaptığım ilk şey yılın ortalama iki bilmediniz üç ayı kullandığım spor salonlarına bu kez bütün bir yıl düzenli bir şekilde spor yapmak ümidiyle üye olmak olur. Spor salonlarının en sevilen üye modeliyimdir anlayacağınız; para verip gel(e)meyenlerden. Bu döngü ben kendimi bildim bileli vardır ve ne yazık ki boşa saçtığım paraların yanında her yıl yaşadığım kilo verme stresi de yanıma kar kalır. Bir de işin sağlık boyutu var ki gün geçtikçe, akıl başa geldikçe daha da ön plana çıkıyor.
Güleyim mi ağlayayım mı bilemiyorum ama benim hala umudum var. Hala daha günün birinde bir dönüm noktasına geleceğime ve biraz özveriyle sporu hayatımın bir parçası olarak benimseyip kış aylarıma entegre edeceğime inanıyorum. Ancak belirli bir yaştan sonra alışkanlıkları değiştirmenin ya da ne kadar istesek de yeni alışkanlıklar kazanmanın zorluğu aşikâr; sahip olduğumuz hobilerimizi bile yitiriyoruz zamanla. İşte bu nedenlerle; sağlıklı ve fit olmak adına her bahar kendimizle cebelleşmemek için ve hayatın diğer beklentileri karşısında kolaylıkla vazgeçip arka plana atmamak için spor alışkanlığının çocuk yaşta kazanılması gerektiğine inananlardanım.
Bu noktada ailelere çok iş düşüyor. Çünkü küçük yaşta çocuğun eğiliminin; hangi spora yatkın olduğunun ya da hangi sporu severek yapacağının gözlemlenmesi, bir de hevesinin kırılmasına izin vermeden uzun yıllar bu sporla uğraşması için uygun zeminin hazırlanması gerekiyor. Uygun zeminden kastettiğim herkesin kendi maddi imkânları çerçevesinde biraz fedakârlık ve biraz da sabır. Bu arada kendi tecrübelerime dayanarak naçizane bir tavsiyede bulunmak isterim; çocuğun hangi sporu severek yapacağı konusunda kendini bulmasını beklerken daldan dala konmasına uzun yıllar izin vermemek gerekiyor. Tutkuyla bir spor dalına bağlanmıyorsa, içlerinde en keyif aldığını daha fazla sevmesi için sabırla işlemek daha doğru bir yol olabilir diye düşünüyorum. Aksi takdirde ortaya benim gibi her spor dalından biraz anlayan ancak hiçbirini çok iyi yapamayan modeller ortaya çıkabilir.
Yakın çevremden de gözlemleyebildiğim kadarıyla artık aileler bu konuda da oldukça bilinçli, haliyle yeni nesil çocuklar ise bir o kadar şanslı. Hemen her aile, imkanlar dahilinde çocuğunun bir sporla ilgilenmesi konusunda son derece istekli görünüyor. Çocukların sporla olan ilişkilerinin artmasında, eğitim sisteminin de gelişiyor olmasının katkısı olabilir elbette, zira okullarda spor dersleri serbest zaman gibi görülmüyor artık. Eskiye kıyasla okullarda daha fazla alternatif sunulmakla beraber, derslerde daha çok ciddiye alınıyor. Ancak sebebi ne olursa olsun minik sporcuların, en azından sporla uğraşan miniklerin sayısının arttığını büyük bir memnuniyetle gözlemleyebiliyorum.

Her şey bir yana, ilerleyen yaşlarda, işle ev arasında gidip gelen hayatlarımıza renk katabilmek adına sosyal bir hobi olarak da bu tarz alışkanlıkların kazanılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Millet olarak çok fazla zaman ayırmıyoruz ne yazık ki ama umarım önümüzdeki yıllarda; daha bilinçli gelen yeni nesille birlikte sporun hayatımızdaki yeri daha da artar.

Güzel bir hafta sonu etkinliğinde tenis raketlerine aşinalıkları ve korta hâkimiyetleriyle beni büyüleyen (fotoğraflarda görebileceğiniz) minik kahramanlarım Ecem ve Ege’nin uzun yıllar bu sporun peşini bırakmamaları ve ailelerinin bu konudaki özverilerini hiç yitirmemeleri dileğiyle…

23 Mart, 2012

Ankara mı İstanbul mu?_Gurme Nisan 2012


Fenerbahçe ile Galatasaray taraftarlarının arasındaki gibi ezeli bir çekişme vardır bu iki şehrin sakinleri arasında. Ölümüne sever iki tarafta şehirlerini. Biri, herhangi bir konuda içten içe üstünlüğünü kabul edecek gibi olsa diğerinin, asla renk vermez karşı tarafa. Kendine itiraf etmeyi bile yediremez. Saçma buluyorum esasında bu bitmek tükenmek bilmeyen karşılaştırmayı. (Hoş zaten sıkı bir Fener’li olarak Galatasaray’lıları da hiç anlamam ama neyse). Sonuçta “sarışının adı, esmerin tadı” gibi bir şey. İki farklı renk, iki farklı tat. Haliyle zevkleri birbirinden 180 derece farklı iki taraftar kitlesi ortaya çıkıyor. Bir taraf boğazıyla, gezilecek görülecek yerleri, gidilebilecek mekanlarının çeşitliliğiyle övünürken, diğer taraf huzuru, güvenliği ve trafikte dahil daha pek çok konuda düzenli oluşuyla öne çıkmaya çalışıyor.

Üniversitede okurken bir hocam “Dikkat edin, büyük düşünürlerin hemen hepsi denizi olan şehirlerden çıkmıştır” demişti. Ne güzel anlatmış aslında kıyıya vuran bir dalga sesinin düşünmeye nasıl da elverişli bir ortam hazırladığını. Biz küçük düşünürlerin de her canı sıkıldığında kendini sahilde bulmasının sebebi bu değil midir? Özgürce düşünmek, suyun derinliğine dalıp kendi içimize dönmek, bir de üstüne en derininden bir nefes temiz hava çekmek için. Bazen derin bir sessizlikle, bazen de yüzümüzde aptal bir gülümsemeyle gideriz karşısına da hüznümüzü de sevincimizi de en iyi şekilde paylaşır deniz. İşte İstanbul’un en güzel yanı budur bence. Boğazın ışıltısı, çeşit çeşit mekanları, 7/24 dinamizmi, büyüklüğü ve kozmopolitliği de İstanbul’u denizi olan büyük/küçük diğer şehirlerimizden ayıran özelliğidir.

Burada kritik olan nokta içinde barındırdığı onca keşmekeşe yenik düşmeyip İstanbul’u yaşayabilmektir. Işık hızıyla akan zamana, bitmek tükenmek bilmeyen sorumluluklarınızı sığdırıp kendinize bir alan yaratmanız ve bir de mümkünse trafik çilesine karşı kendinizi telkin etmeniz gerekiyor ki İstanbul’un sunduğu güzellikleri yaşayabilesiniz. Beş dakikalık mesafeleri yarım saatte, bazen bir saatte kat edecek olmayı, hafta içleri sosyalleşemeyecek kadar yorgun eve gelmeyi, alınan nefese bile para vermeyi göze almak gerekiyor. Hep enerjik olmak gerekiyor; yorgunluğa yer yok. Üşenmeye başladığınız anda boğazı televizyondan izleyin daha iyi; İstanbul’da yaşamak zulme dönüşür.

Ankara… Benim de Ankara’m. Üniversite yıllarımdan başlayıp iki ay öncesine kadar 11 güzel yılımı geçirdiğim şehir. Kazandığım dostluklarımdan ve anılarımdan sıyrılıp objektif bir yorum yapmam gerekirse kısaca çantanızı çapraz takmanıza gerek olmayan bir şehirdir diyebilirim. Potansiyel gaspçılarla dolu değildir etraf ya da durduk yere park halinde arabanıza zarar vermez hiç kimse. Mesaiye beş dakika kala evden çıkıp işe yetişme olasılığını barındıran bir şehirdir. Tamam, binlerce mekan yoktur belki ve de gece hayatı İstanbul kadar canlı değildir ama orada da komşuculuk ve beraberinde getirdiği samimi paylaşımlar yaygındır. Aslında AVM’ler geç vakitlere kadar açık olsa, bu sorun da çözülecek.

Trafik konusunda eskisi kadar iyimser yaklaşamayacağım. Zira gün geçtikçe Ankara’nın trafiği de en az İstanbul kadar çekilmez olmaya başladı. En uzak iki nokta arasındaki mesafe İstanbul’a görece daha kısa olduğu için genelde daha az zaman talep eder Ankara içi yolculuklar. Ancak son yıllarda, özellikle mesai başlangıç ve bitişlerinde Ankara gerçekten İstanbul’u aratmıyor.

Hem Ankara’da hem de İstanbul’da yaşamış biri olarak şunları söyleyebilirim; Ankara avucunuzun içi gibi bildiğiniz güven ortamınız, İstanbul ise sağı solu belli olmayan, sürprizlerle dolu heyecanınız. İkisinin de kendine özgü üstünlükleri var, bu nedenledir ki bir “üstünlük” tartışması yapmak anlamsız, bu tamamen tercih meselesi. Kimisi elma sever, kimisi armut…



07 Mart, 2012

Şeker Hamurlu Kurabiye


2 Su Bardağı Un
2 Çay Bardağı Buğday Nişastası
1 Su Bardağı Pudra Şekeri
140 gr. Tereyağı (Tuzsuz ve Oda Sıcaklığında)
2 Yumurta (Oda Sıcaklığında)
Yarım Çay Kaşığı Karbonat
2 Çay Kaşığı Tarçın (Tercih etmeyenler için zorunlu değil).
Dilediğiniz renklerde Şeker hamuru.
Fırın 180 Derecede Isınacak

Büyük bir hamur yoğurma kabına tereyağını küp küp kesip ortasına yerleştirin.
Etrafına unu, şekeri, karbonat ve tarçını ekleyerek ilave edin.
Üzerine yumurtaları kırın ve etrafından ortaya alarak yoğurun.
Hamuru kıvama getirmek için ara ara nişasta ekleyin. (Nişastanın tamamı bir anda eklenmez).
Kulak memesi kıvamında olunca nişasta eklemeyi bırakın.
Tezgaha buğday nişastası serpin.
Merdane yardımıyla yaklaşık 1 cm inceliğinde açın. (Tercihe göre daha ince ya da daha kalın yapabilirsiniz).
Kalıplarla hamuru kesin ve tepsiye dizin.
180 Derecede hafif pembeleşinceye kadar pişirin.

Kurabiyeler soğurken şeker hamurunu olabildiğince ince açın. (Şeker hamurlarının önce elde yoğurularak biraz yumuşatılması gerekir. Yumuşattıktan sonra normal hamuru açar gibi merdane yardımıyla açın). Kurabiyelerinizi kestiğiniz kalıpla şeker hamurunu da kesin. Soğuyan kurabiyelerinizin üstüne bir fırça yardımıyla bal sürün ve kalıpla kestiğiniz şeker hamurlarını kurabiyenin üzerine yapıştırın. Şeker hamurlarının da üzerine şeker kalemleri ya da gıda kalemleriyle süsleyebilirsiniz. Eğer şeker hamurunun üstüne pasta süsü eklemek istiyorsanız, hamurun üzerine de bal sürerek pasta süsünün yapışmasını sağlayabilirsiniz. Özel bir amaçla hazırlıyorsanız, her bir kurabiyeyi kurabiye poşetlerine koyup organze ya da saten fiyonklarla bağlayabilirsiniz.

Afiyet Olsun.



 

23 Şubat, 2012

1 Günde Milano


Eskiden uçak yolculukları tam bir merasimdi. Havacılık sektörü bugünkü kadar gelişmemiş olduğundan bilet fiyatları çok yüksekti. Haliyle bilet alabilen yolcularda adeta burjuva sayılırdı. Bu nedenledir ki, parayı denkleştirebilmişsek ve bir uçak yolculuğu yapacaksak eğer dahil olduğumuz sınıfın bir gereği olarak ve diğer yolcu arkadaşlarımıza saygımızdan bayram hazırlığı yapar gibi kıyafetlerimizi en az bir gün önceden özenle seçer, saçımıza başımıza çeki düzen verir, asaletimizi takınır yolculuğumuzu öyle yapardık.
Neyse ki zaman değişti; havayolu firmaları ve haliyle firmalar arası rekabet arttı da uçak yolculukları da sıradanlaştı. Sıradanlaştı evet ama buradaki önemli nokta artık uçağa bineceğiz diye yaptığımız gereksiz heyecanın kaybolması ve kotumuzu giyip yolculuk yapabiliyor olmamızdan öte dünyanın ayaklarımızın altına serilmiş olmasıdır. Evet, dünya artık gerçekten küçük. Eskiye kıyasla, en azından erken planlanan seyahatler son derece uygun fiyatlara yapılabilmekte artık. Bir de uzun dönem Schengen vizesi sahibiyseniz, çarşıya gider gibi en azından Schengen üyesi Avrupa ülkelerini günübirlik ziyaret edebilmeniz için ihtiyacınız olan tek bir şey kalıyor; o da kafa dengi sıkı bir dost[1]… Ne bir valiz, ne bir yedek kıyafet, ne bir ayakkabı-çanta… Hiçbir şey!
Biz de aynen öyle yaptık; kotlarımızı giydik çantamızı kolumuza taktık elimizi kolumuzu sallaya sallaya Ankara’dan İstanbul’a gider gibi yollara düştük. Üstelik daha önce giden gören birilerinden aldığımız ufak tüyoları (1-2 mekan ismini) saymazsak, google’a bile danışmadan gittik. Bu nedenle Bergamo havaalanına indiğimizde, merkeze metroyla gidebileceğimizi düşünürken, bizi karşılayan onlarca otobüs şirketini gördüğümüzde tek ulaşım şansının karayolu olduğunu oracıkta öğrenmiş olsakta, bu sudan çıkmış balık hallerimizin de keyfi bir başkaydı doğrusu.
Sonuçta, normal şartlar altında, bir hafta sonu AVM’lerde harcayacağımız parayla[2]  kendimize gidiş-dönüş Milano bileti aldık ve birbirimize birer dilim pizza ve birer külah dondurma ısmarladık. Bütün boş vakitlerimizi itinayla öldürdüğümüz ve defalarca gördüğümüz AVM’lerin yerine de bu kez daha önce sadece fotoğraflarını gördüğümüz bir kentin güzelliğini bizzat gözlerimizle görmüş olduk. Değişik bir hava soluduk, adım başı karşılaştığımız Türk yurttaşlarımız ve dönercilerimiz sayesinde “Her yerdeyiz” farkındalığımızı tazeledik, çok değişik tatlar denedik, ederi bir yıllık maaşım olan çantaların satıldığı mağazaları –sadece- gezdik, yanlışlıkla yediğim domuz eti İtalya’daki 24 saatimin kalan 3-4 saatini zehir etse de kısmen de olsa İtalya’yı ve İtalyanları daha yakından tanımış olduk. Artık çok net biliyorum ki İtalyanlar’ın bir çoğu İngilizce özürlü, hemen hepsi insana uçak kaçırma tehlikesi yaşatacak kadar ağır kanlı ve kendilerine bir yere nasıl gideceğinizi sorduğunuzda bulundukları yerden maksimum 50 metreye kadar olan yerleri biliyorlar. Ya da tarif edemeyecekleri için bilmiyor gibi davranıyorlar. Ancak yine de sıcak tavırları nedeniyle kendilerini sevdiriyorlar.
Bu kısa ziyaretin ardından gezip görebildiğim kadarıyla Milano’ya gitmeyi planlayanlara ya da planlayabilecek olanlara 1-2 ufak öneride bulunmadan önce diyeceğim o ki değişiklik istediğiniz zamanlarda artık böylesi bir alternatifte size çok uzak değil. Bütçeye göre yapılabilecekler çok farklılaşmakla birlikte 1 gece konaklamalı bir şekilde alış veriş yapmaksızın kişi başı (minimum) 400,- TL’ye siz de hafta sonlarınızı renklendirebilir, yeni bir kültür tanıyabilirsiniz. Gezilip görülebilecek çok yer var, vize talep etmeyen güzel alternatifler de var. Henüz böyle bir girişimde bulunmadıysanız bence düşünmelisiniz. Hem ne demiş atalarımız; “Çok yaşayan değil, çok gezen bilir”.
 Milano’nun çok gelişmiş bir metro ağının bulunduğunu da belirterek favori lokasyonlarımı aşağıda sizlerle paylaşıyorum;
·         Kahvaltı için Duomo bölgesinde California Bakery,
·         Öğlen yemeğinde ve atıştırmalık isterseniz hemen her köşe başında bulabileceğiniz pizzacıları, pastacıları deneyebilirsiniz. Yanında bir salata ile “Risotto Milanese” tavsiye edebileceğim bir yemek (İtalyan usulü Safranlı Pilav).
·         Kanalın iki tarafında sıra sıra mekanlarda bir şeyler yiyip içmek için Porta Ticinese, 
·         Akşam yemeği ve sonrasında vakit geçirmek için Garibaldi bölgesindeki 10 Corso Como kesinlikle gidilmesi gereken bir yer, Duomo bölgesinden ayrılmayacaksınız sokaklardaki mekanları da tercih edebilirsiniz,
·         Gece için Garibaldi bölgesindeki Armani Prive (ancak rezervasyon yaptırmanız gerekiyor),
·         Alışveriş yapmak ve Milano hatırası hediyelik eşya, magnet, kupa vs. almak için Duomo bölgesindeki Galleria Vittorio Emanuele II ve çevresini ziyaret edebilirsiniz.

·         Duomo’ya uğramışken Gelateria Odeon’un şeftalili ya da çilekli dondurmasını mutlaka deneyin.
Pizza yemeden olmazdı :)

Ama biz sadece pizza değil her şeyi yedik :)

 


[1] Eşlik ettiği için, bu kadar kafa dengi olduğu için, enerjisi, neşesi ve resimlerimizi paylaşmama izin verdiği için sevgili arkadaşım Berna İrem’e teşekkür ediyorum.
[2] Gözünüzde büyümesin 200,- TL’den söz ediyorum.



09 Ocak, 2012

Yeni Bir Sayfa v.2.

"Yeni Bir Sayfa" ifadesi taptaze koksa da, her yeni sayfa yeni bir yorgunluktur aslında. Yani yeni bir kalp kırıklığı, yeni bir gözyaşı, yeni bir uykusuz gece, yeni bir iştahsızlık, yeni bir yakarış Tanrı'ya ve yine bilindik bir el omuzda "hepsi geçecek" diyen.Yeni bir vazgeçiş bir şeylerden; bir önceki sayfaya kıyasla silinmesi gereken daha fazla anı, unutulması gereken daha çok paylaşım demektir. Geleceğe dair güzel hayallerin; umudun suratına inen yeni bir yumruktur esasında. İşin kötüsü zamanla daha çok bağlanıyor insan sayfasına, daha sıkı tutunuyor, daha çok inanmak istiyor. İki satır karalayıp atmak yerine, üstünü çizsen de bir şeylerin, alabildiğine doldurmak, işlemek, çiçekler, böcekler çizmek istiyor. Kağıt israfının önüne geçmek değil mesele. Akıl başa geldikçe, kavak yelleri kesildikçe ve ayaklar daha sağlam bastıkça yere daha fazla anlam yüklüyor insan her anına. Daha derinleşiyor duygular ve vazgeçmek zorlaşıyor. Daha çok yaralıyor ayrılıklar. Üstelik yaştan beklenen olgunluğun bir bedeli olarak, dahası insanın kendine verdiği değerin bir ispatı olarak daha çabuk toparlanması bekleniyor etraftan. Sonuç mu? İçimizdeki ergen genellikle dışımızdaki yetişkini yendiğinden dolayı her yeni sayfada daha da fazla hırpalanıyoruz.

Oysa ne güzeldi en başta. Tek bir sayfa koymuştuk defterimize. İyisiyle kötüsüyle, acısıyla tatlısıyla tek bir sayfamız olacaktı çünkü. Hayallerimizi çizdik kenarına köşesine. O zamanlar pek yoktu iş, güç, kariyer beklentileri, bize neydi ailesinin varlığından, altındaki arabadan, ayakkabısının markasından. Biz ayağa bakmıyorduk ki. Biz Cahit Sıtkı okumuştuk; aşk adamıydık. "Gönlümüzle, elimizle, kafamızla sevmeye gelmiştik dünyaya; hesapsız karşılıksız". Gözlerine bakardık; kendimizi göremiyorsak sabırla esas adamı beklemeye devam ederdik.

Ve bir gün, hiç ummadığımız bir anda, hiç de ummadığımız biri karşımıza geçip kahramanımız olduğunu iddia etti. İnandık. Sayfanın orta yerine, tamda hayallerimizin, hayatımızın merkezine oturttuk onu. Tekrar tekrar baktık gözlerine, dünyanın en güzel gözleriydi; iyice inandık. İnanmakta haklı olanlar vardı elbette (ne mutlu onlara) ancak pek çoğumuz kandırılmıştık ya da evdeki hesap çarşıya uymamıştı işte. Ya sözde kahramanlar çok güzel rol yapmıştı ya da biz bir şeyleri yanlış bilip, tüm iyi niyetimize, sevgimize ve saflığımıza rağmen bir yerlerde yanlış yapmıştık. Elimizde yıllanmış bir kağıt; yazsan yazılmıyor, atsan atılmıyor. Kalmıştık ortada sudan çıkmış balık gibi, üzerimize yapışmış bir aşkla. Hemen herkes bilir zordur ilk gözleri unutmak. Kimisinin japon balığı, kimisinin zeytini, kimisinin ise denizi, okyanusu...

İlk ayrılık çok acıtmıştı. Biteceğine olasılık bile vermediğimiz için kabullenmek çok zor olmuştu. Kolay değil kapatmıştık koskoca aşk defterini. Artık sevemezdik... Öyle öğrenmiştik, "insan bir kere sever". Bir kez daha sevmeye dahi olasılık vermezken, bir çok kez daha kırılıp döküleceğimizi tahmin edemezdik tabi. Kaldı ki her seferinde daha da fazla yorulacağımızı, ilkinden daha yalnız hissedeceğimizi söyleseler gülerdik muhtemelen.

Biz kapatmışken kapılarımızı, dış dünyada her şey değişmişti. Kadınlar, erkekler, ilişkiler, beklentiler... Her şey bir yana da, kadınlarda aranan vasıflar da değişmişti. Eskiden iyi yemek yapar mı, iyi anne olur mu, saygıda kusur eder mi derlerdi de hepimiz birer gurme olarak yetiştik, titiz ve düzenli olduk, çocukları çok sevdik, büyüklerimizi saydık; otobüslerde yerimizi verdik, poşetlerini taşıdık. Oysa şimdiki zamanda "bunlar olmasa da olur; iş başa düşünce öğrenilir nasılsa, her şeyden önemlisi kariyer" oldu. Uyandığımızda zaman değişmişti evet. Zamanla birlikte değer yargıları da değişmişti. Bambaşka bir dünyaya hatta bambaşka gezegene uyanmıştık sanki. Dış dünyayla yeniden iletişime geçmeye çalıştığımız yetmezmiş gibi, bir de bu değişikliklere uyum sağlama yükü binmişti omuzlarımıza. Ama bunun da üstesinden geldik...

Zaman her şeyin ilacıdır derler; doğruymuş. Biz meğer düşe kalka sevmeyi öğreniyormuşuz; Sil baştan yaşayabilmeyi her şeyi. Başarısız ilişkilerden edinilen geçmiş tecrübeler karşı cinse olan güveni kırsa da, karşımıza çıkan yeni insanlara kuşkuyla yaklaşmamıza neden olsa da aşkın bu gök gürültülü halleri yerini güneşli günlere bırakacak elbette. Biten her ilişki, mutlu bir beraberliğe olan inancımızı biraz daha kırdığı için ve bizi biraz daha ümitsizleştirdiği için daha çok hırpalanıyoruz. Oysa hepimiz biliyoruz ki o bizi bir yerlerde bekliyor... Her yeni sayfa bizi son sayfaya biraz daha yaklaştırıyor.

Ve bir gün, hiç ummadığımız bir anda, hiç de ummadığımız biri karşımıza geçip kahramanımız olduğunu iddia edecek; inanacağız ve bu kez haklı çıkacağız...