Fenerbahçe ile Galatasaray
taraftarlarının arasındaki gibi ezeli bir çekişme vardır bu iki şehrin
sakinleri arasında. Ölümüne sever iki tarafta şehirlerini. Biri, herhangi bir
konuda içten içe üstünlüğünü kabul edecek gibi olsa diğerinin, asla renk vermez
karşı tarafa. Kendine itiraf etmeyi bile yediremez. Saçma buluyorum esasında bu
bitmek tükenmek bilmeyen karşılaştırmayı. (Hoş zaten sıkı bir Fener’li olarak
Galatasaray’lıları da hiç anlamam ama neyse). Sonuçta “sarışının adı, esmerin
tadı” gibi bir şey. İki farklı renk, iki farklı tat. Haliyle zevkleri
birbirinden 180 derece farklı iki taraftar kitlesi ortaya çıkıyor. Bir taraf
boğazıyla, gezilecek görülecek yerleri, gidilebilecek mekanlarının
çeşitliliğiyle övünürken, diğer taraf huzuru, güvenliği ve trafikte dahil daha
pek çok konuda düzenli oluşuyla öne çıkmaya çalışıyor.
Üniversitede okurken bir
hocam “Dikkat edin, büyük düşünürlerin hemen hepsi denizi olan şehirlerden
çıkmıştır” demişti. Ne güzel anlatmış aslında kıyıya vuran bir dalga sesinin düşünmeye
nasıl da elverişli bir ortam hazırladığını. Biz küçük düşünürlerin de her canı
sıkıldığında kendini sahilde bulmasının sebebi bu değil midir? Özgürce
düşünmek, suyun derinliğine dalıp kendi içimize dönmek, bir de üstüne en derininden
bir nefes temiz hava çekmek için. Bazen derin bir sessizlikle, bazen de
yüzümüzde aptal bir gülümsemeyle gideriz karşısına da hüznümüzü de sevincimizi
de en iyi şekilde paylaşır deniz. İşte İstanbul’un en güzel yanı budur bence. Boğazın
ışıltısı, çeşit çeşit mekanları, 7/24 dinamizmi, büyüklüğü ve kozmopolitliği de
İstanbul’u denizi olan büyük/küçük diğer şehirlerimizden ayıran özelliğidir.
Burada kritik olan nokta içinde
barındırdığı onca keşmekeşe yenik düşmeyip İstanbul’u yaşayabilmektir. Işık hızıyla
akan zamana, bitmek tükenmek bilmeyen sorumluluklarınızı sığdırıp kendinize bir
alan yaratmanız ve bir de mümkünse trafik çilesine karşı kendinizi telkin
etmeniz gerekiyor ki İstanbul’un sunduğu güzellikleri yaşayabilesiniz. Beş
dakikalık mesafeleri yarım saatte, bazen bir saatte kat edecek olmayı, hafta
içleri sosyalleşemeyecek kadar yorgun eve gelmeyi, alınan nefese bile para
vermeyi göze almak gerekiyor. Hep enerjik olmak gerekiyor; yorgunluğa yer yok.
Üşenmeye başladığınız anda boğazı televizyondan izleyin daha iyi; İstanbul’da
yaşamak zulme dönüşür.
Ankara… Benim de Ankara’m.
Üniversite yıllarımdan başlayıp iki ay öncesine kadar 11 güzel yılımı
geçirdiğim şehir. Kazandığım dostluklarımdan ve anılarımdan sıyrılıp objektif
bir yorum yapmam gerekirse kısaca çantanızı çapraz takmanıza gerek olmayan bir
şehirdir diyebilirim. Potansiyel gaspçılarla dolu değildir etraf ya da durduk
yere park halinde arabanıza zarar vermez hiç kimse. Mesaiye beş dakika kala
evden çıkıp işe yetişme olasılığını barındıran bir şehirdir. Tamam, binlerce
mekan yoktur belki ve de gece hayatı İstanbul kadar canlı değildir ama orada da
komşuculuk ve beraberinde getirdiği samimi paylaşımlar yaygındır. Aslında
AVM’ler geç vakitlere kadar açık olsa, bu sorun da çözülecek.
Trafik konusunda eskisi
kadar iyimser yaklaşamayacağım. Zira gün geçtikçe Ankara’nın trafiği de en az
İstanbul kadar çekilmez olmaya başladı. En uzak iki nokta arasındaki mesafe
İstanbul’a görece daha kısa olduğu için genelde daha az zaman talep eder Ankara
içi yolculuklar. Ancak son yıllarda, özellikle mesai başlangıç ve bitişlerinde
Ankara gerçekten İstanbul’u aratmıyor.
Hem Ankara’da hem de
İstanbul’da yaşamış biri olarak şunları söyleyebilirim; Ankara avucunuzun içi
gibi bildiğiniz güven ortamınız, İstanbul ise sağı solu belli olmayan,
sürprizlerle dolu heyecanınız. İkisinin de kendine özgü üstünlükleri var, bu
nedenledir ki bir “üstünlük” tartışması yapmak anlamsız, bu tamamen tercih
meselesi. Kimisi elma sever, kimisi armut…